24 Kasım 2015
Gençlerle yaptığım çalışmalarda en çok karşıma çıkan konu “içimizdeki boşluk” olmuştur. Çoğu durumda şifahen söylenmese (ya da itiraf edilmese) de, koçluk görüşmelerinin hem bilimsel hem de sanatsal akışı sonucunda varılan nokta neredeyse istisnasız şekilde budur. Çocukluk ve gençlik dönemlerinden başlayarak yetişkinliğe taşıdığımız, doldurulmayı bekleyen bir eksiklik, ne kadar çok şeye sahip olduğumuzdan ya da başardıklarımızdan bağımsız, hatta tam tersine, onlar arttıkça kendini daha da belirginleştiren, bazen acı, bazen öfke, bazen korku, bazen de ümitsizlik olarak içsel kulağımıza haykıran bir tamamlanmamışlık hissi…
Her ne şekilde kendini fark ettiriyor olursa olsun, bu rahatsızlığa öncelikle teşekkür etmemiz gerekiyor. Teşhis olmadan tedavi olamayacağı gibi, rahatsızlık olmadan da teşhis olamaz. Rahatsızlık iyi güzel ama ne yazık ki o da tek başına yeterli değil, aynı anda rahatsızlığın farkında olmak da gerekli! Anlamsız mı geldi? O zaman etrafınıza bakın, yaşadıkları tatminsiz hayatı kabul etmekten başka hiçbir çıkar yolları olmadığına inananları fark edin. Rahatsızlığa sahip olmak, onun farkında olmak anlamına gelmiyor ne yazık ki, çoğunluk bunu hayatlarının olmazsa olmaz bir parçası olarak normalleştirmiş durumda. Belki egonun sinsi bir stratejisi, belki de geçmişte öğrendiklerimizin koşulsuzca kabullenilmesinin bir sonucu. Sebebi ne olursa olsun rahatsızlık, insan yaratımı toplum kuralları içerisinde kendini mükemmel şekilde gizleyebiliyor ve sonucunda da değişim mücadelesini tetikleyecek motivasyon, insanlık aleminin büyük bir kısmına sesini yeterince duyuramıyor. Böylece rahatsızlık evrendeki en sinsi plan dahilinde içimizde kocaman bir boşluk yaratarak varlığını başarıyla sürdürebiliyor…
Ama her şeyin çözümünün olduğu bir evrende yaşamanın hatırlanmışlığı bir anda içimizi ısıtıveriyor. Öncelikle nasıl yaşamamız gerektiği ile ilgili tüm öğretilenleri (en azından) bir an için göz ardı ederek, cesaretle ve samimiyetle derinlerdeki kimliğimizi ve yaşadığımız hayatı sorgulamamız gerekiyor. Bugüne kadar bastırılmış özümüz ile içinde bulunduğumuz yaşam koşulları birbiriyle uyumlu mu? Uğraştığımız ana faaliyetleri severek mi yapıyoruz? Hayatımızı idame şeklimiz gerçekten yeteneklerimiz ve ilgi alanlarımızı dâhilinde mi? Rahatsızlıklarımızın kaynaktaki sebebi karşılanmamış (ve hiçbir zaman karşılanmayacak) ihtiyaçlarımız mı? Yoksa hayata yeterince yansıtamadığımızın farkına varmaya başladığımız özgün ışığımız mı? Ve belki de en önemlisi, hayatımızı tam da istediğimiz şekle dönüştürme ihtimalini ne kadar dikkate alıyoruz?
Sevgiyle...